Salı, Kasım 08, 2005

“KOSOVA MODELİ” KERKÜK’E FELÂKET GETİRİR

DG- Kosova’da denenen barış formülü, başka coğrafyalarda yaşanan etnik ihtilâfların giderilmesi için de esin kaynağı durumunda. Ancak bu modelin “sihirli formül” olarak sunulmasının ardında, onu savunanların “beklentileri” yer alıyor. Günümüzde dünya siyâsetindeki şartlar şunu ortaya koyuyor;
Haksız olabilirsiniz, argümanlarınızın ardında hukuk prensipleri veya kurallar da olmayabilir. Ama elinizde güç varsa veya elinde büyük güç tutan bir devlet sizi himâye ediyorsa, pekâlâ kazanabilirsiniz. Nitekim Kosova’da kurulan barış da hukukun değil, silâhın gücü ile gerçekleşti.
Kosovalı Arnavutların bağımsızlık talepleri 1968 yılına kadar gidiyor. 60’lı yılların ikinci yarısının İkinci Dünya Savaşı sonrasında donan dünya konjonktürünün yeniden şekillenmeye başladığı dönem olduğunu ve SSCB’nin batıdaki beklentilerden daha kuvvetli bir konuma gelmesi ile beraber Avrupa ve Orta Doğunun kaynamaya başladığını dikkate almak gerekiyor.
1974 yılında Türkiye Kıbrıs’a müdâhale ederken ve Irak’ta da Kürtler otonomi kazanırken, Yugoslavya’da da anayasa yeniden şekillendirildi ve Kosova da “özerk bölge” statüsü aldı. Kosovalı Arnavutlar 1981 yılında -Tito’nun ölümünden sonra- “federal birlik içinde ayrı cumhuriyet ilân edilmeyi” talep ettiler. Bir başka deyişle Kosovalı Arnavutların beklentisi “otonomiyi” aştı ve “federalizm” seviyesine geldi.
1987 yılında Slobodan Miloseviç’in iktidara gelmesi ile bir dönüm noktası yaşandı. Miloseviç yaklaşan savaşın sinyallerini verirken, iktidara gelmesinden iki yıl sonra Kosova’nın özerk statüsünü lağvetti. Bundan bir yıl sonra Yugoslavya Kosova’ya ordu göndererek egemenliğini koruma konusunda kararlı olduğu gösterdi ve Kosova’daki yerel hükûmeti görevden aldı. Kosovalı Arnavutlar buna karşılık olarak 1991’de “ayrı bir cumhuriyet” olduklarını deklare ettiler. Kurulan “ayrı cumhuriyet” Arnavutluk tarafından derhâl tanındı. Enteresandır, kimse Tiran’ı bu kararı geri alması için de zorlamadı. Bir sonraki yılda “barış yanlısı ve savaş karşıtı” İbrahim Rugova “Kosova Cumhurbaşkanlığına” seçildi. Kosova Kurtuluş Ordusu (UÇK) 1996’dan itibaren ağırlığını hissettirmeye başladı ve bir dizi saldırılar düzenledi.
Bir taraftan uluslararası toplumun sessizliği, diğer taraftan barış yanlısı Rugova ve silâhlı UÇK Kosova’nın uluslararası denklemdeki yerini belirlerken, 28 Şubat 1998’de Kosovalı militan Arnavutlar, iki Sırp polisini öldürdüler. Yugoslavya Devlet Başkanı Slobodan Miloseviç, güvenlik güçlerine gereken yanıtın verilmesi için emir verdi. Bu emrin ardından Yugoslav Ordusu ile ayrılıkçı Arnavutlar arasında şiddetli çarpışmalar yaşandı. Nisan 1998’de Yugoslavya’da Kosova konusunda bir referandum yapıldı. Referandumda halkın %95`i sorunun uluslararası müdahaleyle çözülmesine karşı çıktı. Yugoslavya`ya yönelik uluslararası yaptırımlar başladı.
Ancak yine de savaş hemen başlamadı. Mayıs 1998’de Miloseviç ile Rugova arasında ilk doğrudan görüşmeler yapıldı. Arnavut tarafı görüşmeleri “sonuç vermediği” için boykot kararı aldı. Ağustos 1998’de UÇK Kosova’nın %40’ını kontrolüne aldı ve Yugoslavya UÇK’ya yönelik kapsamlı bir harekât başlattı.
O güne kadar Kosova’nın bütün halkı ayrılıkçı düşüncelere itibar etmediği ve UÇK’nın asla Yugoslav ordusuna karşı başarılı olamayacağını düşünenler yanıldı. Çünkü BM Güvenlik Konseyi Eylül 1998’de âcil bir toplantı düzenleyerek, “ateşkes ve taraflar arasında siyâsî diyalog” çağrısı yaptı.
Ekim 1998 geldiğinde, barışın fizikî şartları artık mümkün değildi ve Kosova’daki durum bütün Balkan Yarımadası’ndaki dengeleri tehdit etmeye başlamıştı. Bu nedenle NATO müdahâle etti.
Miloseviç, Kosova`daki Sırp askerlerinin çekilmesini kabûl etti ve on binlerce sığınmacının evlerine geri dönüşlerini kolaylaştırma sözü verdi. Belgrad hükûmeti, Miloseviç`in bu taahhüdünün yerine getirilip getirilmediğinin doğrulanması için Kosova`da silâhsız 2 bin uluslararası gözlemcinin görev almasını kabûl etti.
1998’in son ayında ABD`nin “Üsküp Büyükelçisi” Christopher Hill, arabulucu olarak Kosova`da siyâsî çözüm için çalışmalara başladı. uğraşına başladı. Ama yüksek gerilim yüzünden yaşanan kimi zamansız veya zamanlı çatışmalar şartları yeniden sürdürülebilir olmaktan çıkardı. O nedenle NATO müdahâlesi kaçınılmaz hâle geldi ve 29 Ocak 1999’da tarafları yeniden müzakere masasına davet edilirken, müzakere olmaması hâlinde NATO müdahâlesinin başlayacağı ilân edildi.
Paris’te 17 Şubat 1999’da başlayan barış görüşmeleri, 18 Mart 1999’da, “üç yıllık geçici özerk yönetim anlaşması ve bu anlaşmanın 28 bin mevcutlu NATO barış gücü tarafından teminat altına alınması” noktasına geldi. Ama Yugoslav heyeti, anlaşmayı imzalamayı reddetti. Kosova’dan gelen “karşılıklı saldırı haberleri” kötümserliği artırırken, Belgrad’ın NATO birliklerini ülkeye sokmama çabası ve Kosova’da şartların normalizasyonunun “NATO denetimi” şartına bağlanması, her şeyi daha güç bir hâle getiriyordu ve ardından NATO harekâtı gerçekleşti.
Gerçi Yugoslavya’ya yapılan harekât NATO’nun kararıydı ve BM’nin bir dahli olmadı, ama yeni sürecin şartları da bunu gerektiriyordu. Yugoslavya NATO’yu sebebiyet verdiği sivil can kaybından dolayı da birçok yere şikâyet etti, ama konjonktür bu şikâyetlerin değerlendirilmesine uygun değildi. Ne o dönemde ne de sonrasında kimse Kosova’nın Yugoslavya’ya ait olmasının veya bugünkü konumuna gelmesinin tarihî ve hukukî nedenleri konusunda hiç düşünmedi. En azından ne basın ne de düşünce kuruluşları.
Çünkü Kosova Yugoslavya’ya aitti. Ama olmaması icap ediyordu. Bunun için Kosova’nın Yugoslavya’dan ayrılmasının şartları olgunlaştırılması ve gerek sunî sancılarla gerekse doğal süreçlerle temin edilmeliydi.
Harekât Yugoslavya’da egemenliği arzu edilmeyenlerin tasfiyesine ve Belgrad’ın ehlileştirilmesi ile sonuçlandı. Belgrad’ın harekâtı önlemek için şart kabûl etmesi ve uluslararası dengeleri gözeterek hareket etmesi de sonucu değiştirmedi. Hatta ne ABD’nin ne de NATO’nun Yugoslavya’da kara hakimîyeti sağlayamayacağı için harekâtı sadece “diplomatik koz” olarak kullandığını düşünenler de yanıldı.
Bütün proje, Kosova’ya “ne pahasına olursa olsun”, “otonomiden fazlasını ve bağımsızlıktan azını” vermeyi öngörüyordu. Aynı zamanda “son söz de söylenmemeli” ve son sözün söylenmesi ileri bir tarihe bırakılmalıydı. Öyle ki, toprak kaybedecek ülke ve kurulacak ülke arasında ilişkiler, uluslararası dengeler çerçevesinde “tarihin doğal akışı içinde”, bir başka deyişle “başlangıçta verilen sunî sancının devâmı olmadan” biçimlenmeliydi. Elbette bu doğal sürecin işlemesi için, yönetim “emin ellere” ve o emin ellerin ipleri de yetkin görevlilere emânet edilmeliydi.
Aslında uluslararası hukukun mevcut kuralları çerçevesinde, Kosova, Yugoslavya Federal Cumhuriyeti'nin bir parçası. Yugoslavya, bu toprak parçası üzerinde egemenliğine bağlı ve uluslararası hukukun kendisine tanıdığı yetkileri kullanabilir. Aynı şekilde Belgrad’ın kendi topraklarında bir “gölge devlete” veya “paralel yönetime” müsaade edip etmeyeceği de, kendi bileceği iş. Veya öyle olmalıydı... Ama gelinen şartlara bakıldığında Belgrad’ın artık bu oyunda oyuncu olmadığı görülüyor.
Diğer taraftan Kosova’nın hiçbir zaman Belgrad’tan daha demokratik olmadığını, hatta 1998’den bu yana UÇK’ya doğrudan destek verdiğini de düşünmek gerekiyor. Ayrıca Kosova konusunun hukuk açısından hiçbir şekilde uluslararası gündem maddesi olmaya müsait olmadığını da.
Kosova modeli “taraflar arasında şiddetli toprak anlaşmazlığı ile sonuçlanan etnik ihtilâfın dış müdahâle ile bitirilmesi” formülü olarak da görülüyor. Hâlbuki, bu formül –her formülde olduğu gibi- planlayıcısı ve uygulayıcısının hedeflerine bağlı. Sırpların Kosova’da Arnavutlara ne derecede zulmettiği veya Arnavutların taleplerinin ne derecede haklı veya kabûl edilebilir olduğu, pek kimse için önemli değildi. Kosova modeli Karabağ, Kerkük ve Abhazya için de telâffuz edildi.
Karabağ, Kerkük ve Abhazya konularında ne derecede Kosova modeli uygulanabileceğini anlamak için, ilk olarak “bölgesel dengeleri yeni döneme göre biçimlendirmesi için kullanılabilecek bir millîyetçi akım” olup olmadığına bakmak gerekiyor. Bu bölgelerde “kullanılabilecek millîyetçi cereyanlar”, aynı sıra ile “Ermeni millîyetçiliği, Kürt millîyetçiliği ve Abhaz millîyetçiliği” olarak görülüyor.
Yine aynı bölgelerde, Kosova modelinin uygulanabilmesi için, “dış müdahâle ile kazanacak tarafın, merkezî bir hükûmete karşı direnen ve daha fazla hak talep eden bir etnik kimlik” olması icap ediyor. Bunlar da yine sırasıyla Karabağ’daki yasadışı Ermeni idaresinin ayrılma talebi, Kerkük’te Kürtlerin şehri kurmayı hedefledikleri ülkeye bağlama talebi ve Abhazya’da Abhazların bağımsızlığını savunan ayrılıkçılar olduğu biliniyor.
Kosova modelinin uygulanması için gereken diğer şartların başında, uygulanmasının bölgedeki dengeleri değiştirmesi” geliyor. Aynı zamanda ilgili bölgede “yerel mahiyette, ama sınır aşan tesirde bir idarî yapılanması olması” icap ediyor. Bu durum da yine Karabağ, Kerkük ve Abhazya için geçerli.
Yine her üç bölge için de “uluslararası denetim” ve “dış destekli güvenlik” beklentilerinin, ayrılıkçı olan kesimler tarafından da dile getirildiği unutulmamalı. Bunlar arasında sadece Abhazya, “Rus kartını” devre dışı bırakacak olan NATO müdahâlesine itiraz ediyor. Ama Abhazya Cumhurbaşkanı Ardzınba’nın savunduğu çözüm ise, aynı şekilde “otonomiden fazlasını, ama bağımsızlıktan azını, en azından şartlar olgunlaşıncaya kadar” öngörürken, Kosova’da uygulanan modelin, Rus versiyonunu öne sürüyor.
Karabağ ve Kerkük için daha önce bölünmeden endişe duyan ve hukuksuz sistemin kalıcılığını arzu etmeyen devletler de benzer taleplerini dile getirdiler. Ama bunlar karşılık bulmadı. Çünkü Kosova modelinde “amaç”, “sonuç” ve “yöntem”, barışa veya çözüme yönelik değildi. Kosova modelinin barış veya çözüm için uygulanması mümkün değil.
Uluslararası toplumun Kosova deneyiminden bu yana izlediği çizgiye bakıldığında, küresel ve bölgesel barış için Kosova modelinin bir daha asla uygulanmaması gerektiği sonucu çıkıyor.
Aynı şekilde, Kosova süreci ile benzeşmemesi gereken bölgesel ihtilâfların da “enternasyonalize” olmaması, mümkün olduğu derecede sınırlı kapsamlı tutulması ile dış askerî ve siyâsî müdahâlenin şartlarının ortadan kalkması gerekiyor. Ancak Irak Anayasası’nın 58. Maddesine ve IKDP ile IKYB’nin önümüzdeki 1.5 yıla ilişkin projeksiyonlarına bakıldığında, Barzanî’nin Kuzey Irak ile Kosova arasında neden paralellik kurduğu ve bunu The Washington Post Gazetesi’nin 26 Ekim 2005 tarihli nüshasında yayınlanan makalesine taşıdığı daha iyi anlaşılıyor.
Irak’ta –Belgrad’ta olduğu gibi- ülkenin geleceğine ilişkin iyimser olma sonucu doğurabilecek bir perspektif ve toplumda etnik gerginliklerden kaçınma için bir motivasyon yok.
Ama Irak’ta devlet savaş ile tasfiye edildiği ve Irak için başkaca bir işlevsellik öngörüldüğüne dair bir işâret olmadığı için, Kuzey Irak merkezli yapılanmanın tarihin ve siyâsetin doğal akışı ile “el değiştireceği” ve ondan sonra Kerkük merkezli yeni sistemin, uluslararası destek ve gerektiğinde dış müdahâle imkânı ile bölge dengelerinde işlevsel kılınabileceği düşünülebilir.
Belki bunun için gereken tek husus, iktisadî güvenliği için Kerkük’e ihtiyaç duyan yeni sistemin, demografik dezavantajının giderilmesiydi.