Sevgili Necdet,
"Bu dâva hor, bu dâva öksüz, bu dâva büyük" diyordun.
Gerçekten öyleymiş. Irkdaşım, arkadaşım, dostum ve eşim Necdet, şahadetinin 18'den 19'uncu yıla dönüşünde, ülküdaşlarm, can kardeşlerin Türk Ocaklılar, benden seni anlatmamı istediler. Seninle ilgili bir şeyler anlatmak benim için çok zor. Nereden başlayıp, ne kadar anlatmalıyım? Her şeyi söyleyemem. Çünkü, sen yaptığın her harekette mensup olduğun toplumu düşünüyordun ve biliyorum ki; hayatın boyunca gördüğün, hissettiğin, yaşadığın, fiilen yaptığın her eylem, o toplumu yüceltmek, layık olduğu ortamda yaşatmak içindi. Sorumluluk duygusunu bir an bile terk etmedin. Rüyalarında bile bu problemi çözmenin yollarını arıyordun. Kişiliğine nakşettiğin bu tarzda, kendin için istediğin hiçbir şey yoktu. Seni kayıtsız, serazat anlatmak güzel; gerçeklerin bir kısmını ayıklayarak anlatmak zor ve üstelik maksadı da yarım bırakacak, ama ne yapayım ki çaresizim; senin millî sorumluluk duygun bende de var. Evet Necdet, bu bir başlangıç olmalı. Şimdi senin de bizimle beraber olduğunu düşünüyorum; beni, bizi anladığını çok iyi biliyorum. 7 Nisan 1939'da Kerkük'te köklü ve itibarlı bir ailenin kızı Lütfîye Hanım ile eğitimci Nurettin Bey'in üçüncü çocuğu olarak dünyaya geldiğinde, ailen ilk erkek çocuğun sahibi olmakla gurur duymuşlardı. İlkokula başladığın gün baban "Bugün ne yaptınız?" diye sorduğunda, "Bayrağımızı ve marşımızı öğrettiler." demiştin. Baban ise asıl gerçeği, millî kökünü, mensubiyetini, Türk dünyasını, Türkiye'yi bir daha hiç unutamayacağın bir şekilde sana anlatmıştı. Böylece ilk öğretmenin baban oluyordu. Türklük heyecanıyla başlayan okul yılların ortaokul ve liseyi bitirmenle hitam bulduğu bir anda, Kerkük'te Türklüğünü haykırmış ve tutuklanmıştın. Bu hadiseden sonra ailen senin başka bir memlekette okumana karar vermişti. Ankara'ya üniversiteye girmek üzere geldiğin ilk gün ne yaptığını, daha sonra bana anlatıyorsun: "1958 yılı sonbaharıydı. Çankırı Caddesi'nde Kerküklü arkadaşlarla kalacağım eve geldim, biraz dinlendikten sonra yürüyüşe çıktım. Ayaklarım beni, kubbesiyle dikkatimi çeken Etnografya Müzesi'nin yanındaki Türk Ocağı'na götürdü. Merdivenlerden çıktım, aralık bir kapıdan ışık sızıyordu.Kapıyı çaldım. İçeriden tatlı-sert bir ses geldi. "Otur bakalım delikanlı, nereden geliyorsun?" dedi. Türklüğü bütün gerçeğiyle bilen ve duyan sevgili ve sevimli Galip Erdem Ağabeyimizi bulmuştum. Bu, benim için büyük bir şanstı. Bu, içimi coşturan tertemiz duygulara sahip bir grup arkadaşla tanışmamın ilk adımıydı" diyordun. 1958'de Ankara Üniversitesi Ziraat Fakültesi birinci sınıfını Fen Fakültesi'nde (FKB) okuyoruz. Bazı profesörlerimizin ders notlan eski Türkçe dediğimiz Arap alfabesi ile yazılmış.Bu notları, Arapçayı çok iyi bildiği için Türk alfabesine aktarıp bütün FKB öğrencilerine dağıtan Makine Bölümü öğrencisi Kerküklü bir arkadaşımız var; o sensin... Bizlere o sıralarda Kerkük'te Irak Hükûmeti'nin Kürtleri azmettirerek yaptırdığı korkunç katliamı, Albay Ata Hayrullah ve nice önder Türkün yollarda sürüklenerek, parçalanarak şehid edildiklerini anlatıyordun. Bizler alılıyorduk, Türkiye belki anlıyordu... Daha sonra üniversiteyi bitiriyor, fakültende kalarak master ve doktara tezlerini veriyor ve 1970fde memleketine dönüyor, Bağdat Külliyeti Hendese Üniversitesine öğretim üyesi olarak giriyor, Ankara'da başladığın- doçentlik tezini orada veriyorsun. Daha sonra profesörlük tezini hazırlamaya başlıyor, üniversitede verdiğin derslerin dışında bir de kendi derslerini hazırlıyorsun ve tezini takdim ediyorsun. Profesörlük tezin rektörlükten olur aldığı halde Baas Partisi ilim merkezine (!) takılıyor. Bağdat'ta bulunduğun yıllan, Irak Türkleri için son derece sıkıntılı ve çileli geçen yıllan çok iyi hatırlıyorum. Türk çocuklarım üniversitede, hatta lisede bile okutmak istemiyorlardı. Kerkük mahalli TV ve radyosundan bir saatlik Türkçe yayın kaldırılıyor, Türkçe eğitim yapan ilkokullar ve Türk Kültür Merkezi "kapatılıyor, Kardaşlık Kulübü ve neşir organı Kardaşlık Dergisi, Baas Partisi yandaşlarına zorla devrediliyor, karı koca memur olanlar Kerkük dışına biri kuzeye biri güneye tayin edilerek aileler parçalanıyor, yüzlerce yıllık Kerkük şehrinin ismi El- Temim yapılıyor, cadde ve sokakların ismi değiştiriliyor, Türklerin arazileri reform bahanesiyle yok pahasına istimlâk ediliyor, nüfus sayımında Türk ailelere kendilerini Arap kaydettirmeleri için baskı yapılıyor, yeni doğan çocuklara Arap ismi vermek için nüfus idaresince baskı uygulanıyor, Kerkük çevresine kurulan 100-200 hanelik pek çok siteye Kürtlerin ve Mısır'dan devşirilen Arapların iskânı sağlanıyor, şehrin Türk dokusu bozuluyor, buraya yerleşenlere ayrıca maddî destek sağlanıyor, Türklerin Araplarla evlenmesi için masrafları devletçe karşılanacak teşvikler uygulanıyor, tam bir baskı ve asimilasyon politikası yürütülüyordu. Bütün bunlardan daha vahim olarak, Irak Türk toplumunun önde gelenleri ve aydınlan çeşitli bahanelerle tutuklanıyor, işkence görüyor, zindanlarda çürütülüyor, yıllarca kendisinden haber alınamıyor, önemli bir kısmı idam ediliyor veya izi kaybediliyordu. Bütün bunlarla nasıl kahrolduğunu, nasıl isyan ve mücadele ettiğini çok iyi biliyorum. Biliyorsun ki, akademik kariyer yapman için seni zorlayan bendim. Tanrı biliyor, sana "Bu meseleyi aramıza sokma" demiyordum, ancak biraz daha itidalli bir ortamda mücadeleni yürütmeni istiyordum. Gördüğüm ise, senin 2-3 saatlik bir uyku ile toplumuna hizmette bulunma iradendi. Çevrendeki arkadaşların çelişkiye düşmelerine, hele hele birbirlerini yermelerine imkân vermeyen kararlı, fakat yumuşak üslûbunla bu işi en iyi yapan lider konumunun farkındaydım, ama bu işin Irak dışında da yapılabileceğini düşünüyordum. Sen ise meselenin odak noktasının Kerkük olduğunu, dışarıda kalınarak çözüm üretilemeyeceğini söylüyordun. Senin dediğin oldu ve haklı çıktın. Irak'ta kalmak zordu, riskliydi ve nitekim hayatına maloldu; ama meselenin kıblegâhı halâ Kerkük. Ne yazık ki, bu defa senin yerin doldurulamıyor. Bir avuç hemşehrinin ne kadar çok bölündüğünü, birbiriyle çekiştiğini, bu yüzden çözüm üretemediğini ruhunla izliyorsun ve muzdarip oluyorsun. 22 Mart 1979'da tutuklandın. On ay nerede olduğunu bilemedik. Çok kısa zamanda o ülkede hukuk, adalet, mahkeme, savunma ve insan hakları, insanlık adına hiçbir değer bulunmadığı açığa çıktı. On ay sonra 16 Ocak 1980 günü ilk ve son görüşmemizde her zamanki gibi vakurdun, idam edileceğini biliyordun ama dimdiktin, yıkılmamıştın. Seni son dakikalarında bile yalnız bırakmayan gençlere "Hiçbir şey değişmesin, doğru olduğunu bildiğiniz yolda devam edin, söyleyin arkadaşlara korkmasınlar, ben kimsenin adını vermedim, ağaç budandıkça göverir, bu dava yerde kalmayacaktır." öğüdünü veriyordun. Aynı görüşmede," ağacın özünde de kurt var." demiş ve eklemiştin" 27 gün önceki mahkemede beni ihbar edenlerin isimlerini verdiler ve "Sen bu toplumun liderisin, bir isim listesi vereceğiz, bu listede tanıdıklarının karşısına işaret koyarsan kurtulursun, senin için pek çok devletin teşebbüsü var, görevine iade edip göz önünde bulundurmamızı istiyorlar, aksi halde idam edileceksin" dediler. Ben listeyi görmek istemiyorum, siziniftira ettiğiniz gibi vatana ihanet etmedim, bu vatana ihanet etmedim, bu vatana ihanet etmem, sadece Türküm ve Türklerin de öz memleketlerinde herkes gibi bütün haklarına sahip olmalarını istiyorum" demiştin. Almadan vermesini bilen bir lider olarak son sözün hala kulaklarımda: "Ağaç budandıkça güverir." Ben de 18 senedir bu güvermeyi " başkasını karalamadan işini yapacak" bir lideri bekliyorum. Şehitler cennetindeki ruhun şad olsun Necdet.
Ayten Erdem KOÇAK